Zehra öğretmen bu sene yeni atanmıştı. İlk görev yeri olan küçük bir ilçenin şirin bir mahallesinde ilkokul öğretmeni idi. Yıllarca öğretmen olacağı günün hayalini kurmuştu. Oldukça ağaçlık bir yerde olan okulda her sabah kuş cıvıltıları ve çocuk sesleri birbirine karışırdı. Çocuk sesleri, okul kokusu Zehra öğretmeni kendi çocukluğuna ve ilkokul yıllarına götürürdü hep.
Okul açılalı birkaç ay geçmişti. Artık Zehra öğretmen, sınıfındaki çocukları hem isimleriyle hem özellik ve karakterleriyle tek tek tanıyordu. Çocuklar da ona alışmışlardı. Zehra öğretmen merhametliydi. Bazen bir anne, bazen bir abla gibi olmasını biliyordu.
Sınıfından bir öğrencisinin durumu onu çok düşündürüyordu. Geceleri uykuları kaçıyor, onun için ne yapacağını bilemiyordu. Bu çocuk hep hüzünlü ve suskundu. İsmi Ahmet’ti. Annesi ve babası geçen yıl trafik kazasında vefat etmişler. Ona teyzesi bakıyormuş. Teyzesi bir fabrikada çalışıyormuş. Onun hakkında öğrenebildiklerinin hepsi buydu. En çok da zayıf ve çelimsiz görünüşü ve yeterli beslenemeyişi çok üzüyordu Zehra öğretmeni.
Diğer çocukların evden getirdiği beslenme çantaları olurdu, Ahmet’in yoktu. Harçlığı da olmuyordu. Annesi, babası yoktu ki ona sabahları beslenme hazırlasın ya da harçlık verip okula yollasın. Zehra öğretmen bir anda “buldum” dedi. Ertesi gün öğrencilerine “Çocuklar bundan sonra her öğlen “beslenme saati”miz olsun. Getirdiklerimizi beraber yiyelim olur mu?” dedi. Çocuklar sevinmişti. Zehra öğretmen de her gün poğaça ya da kek yapıp öğrencilerine ikram ediyordu. Diğer çocuklar da getirdiklerini arkadaşları ile paylaşıyorlardı. Sınıfta tam bir dayanışma ve yardımlaşma ortamı sağlanmıştı. Çoğu zaman mutsuz görünen Ahmet bile tebessüm etmeye başlamıştı.
Öğretmen bir gün, okul çıkışı Ahmet’i yakalamış, onunla sohbet etme fırsatı bulmuştu. Hem de teyzesi ile yaşadığı eve kadar onunla gelmişti. “Ahmet, biliyor musun, benim çocukluğum da seninkine çok benziyor” dedi Zehra öğretmen.
Ahmet, öğretmenini kendine biraz daha yakın hissetmiş ve başını kaldırıp dikkatlice gözlerinin içine bakmış dinliyordu. Şöyle devam etti Zehra öğretmen:
-Babam ben küçükken vefat etmişti. Ardından annem de tedavisi zor bir hastalığa yakalanmıştı. Uzun yıllar bu hastalıkla mücadele etti ama nafile. Her sabah okula giderken onu hasta yatağında ziyaret eder, elini öperdim. İyi olacağını söylerdim. Ama ölümün yaklaştığını, tekrar iyileşemeyeceğini bilirdi. Ellerimi tutar, “oku kızım, bir öğretmen ol” derdi. Bir gün okuldan eve döndüğümde, evin önündeki kalabalıktan anlamıştım anneme bir şey olduğunu. Koşarak eve, odasına koştum. Yatağı boştu, ev de kalabalıktı ve herkes ağlıyordu.
“Annen hastalığından ve çektiği sıkıntıdan kurtuldu, cennete gitti, orada çok huzurlu, mutlu” dedi komşu teyzeler. Annemi bu dünyada tekrar göremeyeceğime üzülüyor olsam da bir taraftan içimde tarifsiz bir huzur oluştu ve hiç ağlamadım. Çünkü onu, her şeyin sahibi olan Allah’a teslim etmiştim. Bundan sonra ben onu göremesem de o beni görebilecekti, cennet bahçelerini seyredecekti ve rahat edecekti. Dünyanın tüm sıkıntılarından kurtulmuştu.
Ahmet, daha önce hiç böyle düşünmemişti. Onun da içine bir rahatlama ve mutluluk geldi. Bundan sonra Zehra öğretmen Ahmet için mânevi bir anne gibi olmuştu. Ayakkabısının yırtık olduğu gözünden kaçmamıştı. Ona yeni bir ayakkabı almıştı ama nasıl vereceğini de bilemiyordu. Ahmet, karşılıksız bir şey kabul edecek bir çocuk değildi. Öğretmeni buna da bir çare bulmuştu.
Son sınavlardan 90 ve üzeri alanlara çeşitli hediyeler vereceğini söyledi. Ahmet başarılıydı. Onun iyi bir not alacağını biliyordu. Tahmininde yanılmadı, Ahmet sınıfta 100 alan iki kişiden biriydi. Zehra öğretmen de çocuklara söz verdiği gibi 90-100 arası not alanlara ihtiyaçlarına göre, ayrı ayrı ve diğerlerinin görmeyeceği zamanlarda hediyelerini verdi. Ahmet eve gidince açtığı kutudan bir çift yeni ayakkabı çıkınca çok sevindi. Üstelik tam olmuştu ve çok beğenmişti.
Ertesi gün teneffüste bahçede dolaşırken, Zehra öğretmenin de bahçede dolaştığını gördü. Nöbetçi öğretmendi. “Öğretmenim, çok teşekkür ederim. Benim için yaptıklarınızı, size olan borcumu nasıl öderim bilmiyorum” dedi Ahmet. Zehra öğretmen eğilerek Ahmet’in boy hizasına geldi, omzuna dokundu.
-Ne diyorsun Ahmetciğim, ne borcu? Borcun filan yok. Sen başarılı olduğun için ödüllendirilmiş oldun, hepsi bu. Biliyor musun, ben de ilkokuldayken öğretmenime karşı senin hissettiklerini hissetmiştim. Annemin vefatından sonra öğretmenim âdeta anne gibi bana kol kanat germişti. Üşüsem mont alıyordu, aç kalsam karnımı doyuruyordu. Bir gün ona “öğretmenim size karşı kendimi çok borçlu hissediyorum, bana hep yardım ettiniz, ben sizin için ne yapabilirim ki?” dedim.
Bana: “Sen de bir gün öğretmen olursan, öğrencilerine çocukların gibi bak. Yardıma ihtiyacı olanlara elinden geldiğince yardım et, böylece ödemiş olursun” dedi. Şimdi kendini borçlu hissetmemen gerektiğini anladın mı Ahmet? Ben şimdi anneme ve öğretmenime olan borcumu ödüyorum.
Bunları söylerken, Zehra öğretmenin yanaklarından gözyaşları süzüldü. Ahmet de gözyaşlarını tutamadı. Annesine duyduğu özlemle öğretmenine sımsıkı sarıldı. Ahmet, gözyaşlarını silerek:
“Öğretmenim, karar verdim ben de sizin gibi bir öğretmen olacağım” dedi.
Dergimize abone olmak için tıklayın!
İlk yorum yapan olun