Arif’in Dünyası

Mevlana ve Bediüzzaman

“Mevlana benim zamanımda gelseydi Risale-i Nur’u, ben onun zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım. Çünkü o zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi ise Risale-i Nur tarzındadır.”

Arif, elindeki “Küçük Sözler” kitabının takdim yazısında okuduğu, Bediüzzaman’a ait bu cümleyle hatırladı öğretmeninin verdiği ödevi.

Öğretmeni, defterlerine yazdırdığı Mevlana’nın “yedi öğüt”ünün manası üzerinde düşünmelerini, okula geldiklerinde bunu konuşacaklarını söylemişti.

Mevlana’nın “yedi öğüt”ü şunlardı:

  • Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
  • Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
  • Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
  • Hiddet (öfkelenmek) ve asabiyette ölü gibi ol.
  • Alçak gönüllükte toprak gibi ol.
  • Hoşgörülülükte deniz gibi ol.
  • Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.

Çok ilginç ve dikkat çekici sözlerdi bunlar. Arif, bu cümleler üzerinde düşünmeye başladı hemen:

Coşkun bir akarsu hayal etti önce. Cömertlikte de gürül gürül akan bir su gibi olmak güzel bir şey olurdu gerçekten. Başta Peygamber Efendimiz (asm), Sahabeler, büyük zatlar ve Bediüzzaman da böyleydi. Çünkü onlar hem maddî hem de manevî güzellikleri insanlarla paylaşmayı çok severlerdi.

Güneş ise, ısı ve ışığıyla bilinirdi. Onun, dünyadan binlerce kat büyüklüğüyle beraber, ısı ve ışığıyla yüzümüzü okşayıp en küçük yerlere kadar girmesi, insanın şefkat ve merhametiyle ulaşabildiği her noktayı sarması gerektiğini hatırlatıyordu. Bediüzzaman’ın eserleri olan Risale-i Nur’da, Allah’ın şefkat ve merhametinin bütün kâinatı kapladığından sıkça söz ediliyordu. Meselâ Allah’ın sonsuz şefkatini en çok yavrularda görmek mümkündü. Allah bütün anneleri, yavruları için bir şefkat meleği gibi yaratmıştı adeta.

Gece de, bir örtü gibiydi hakikaten ve Allah’ın bir ismi de Settâr idi. Yani Rabbimiz bütün ayıpları, kusurları örtendir. Mevlana da, başkalarının kusurunu açığa çıkarmak yerine, örtmeyi tavsiye ediyordu. Bediüzzaman ise, insanın başkalarının kusurunu değil, kendi kusurunu görmesini ve Mü’min kardeşlerinin kusurlarını örtmesi gerektiğini söylüyordu.

Peki, toprak ile alçak gönüllülük arasında nasıl bir ilişki olabilirdi? Bunu da yine Risale-i Nur’da okuduğu örneklerle anlayabildi Arif. Toprağın hep ayaklarımızın altında, yani alçakta olduğu, fakat onun bu haliyle birlikte bütün insanlık için en temel ihtiyaçlar olan yiyeceklerin hazinesi olduğu aklına geldi. Alçak gönüllülük de böyle bir şey olmalıydı sanki. Çok sade ve basit görünürken, aslında çok kıymetli bir hazine gibi olmak… Mevlana ve Bediüzzaman da böyleydiler.

Hoşgörü, öğretmeninden en çok duyduğu sözlerden biriydi. Öğretmen sınıfta birbirlerine karşı hep hoşgörülü olmalarını isterdi. Arif de bu sebeple, bir arkadaşının kendisine olumsuz bir davranışı sebebiyle hemen kızmaz, hoşgörülü ve anlayışlı olmaya çalışırdı. Mevlana ve Bediüzzaman, bu konudaki ölçüyü hayatlarıyla ortaya koymuşlardı.

Mevlana’nın son cümlesi biraz bilmece gibi gelmişti Arif’e. “Olduğu gibi görünmek” ile “göründüğü gibi olmak” aynı şeyler değil miydi sanki? İlk bakışta aynı gibi gözüküyordu. Çok geçmeden bunun da “içi dışı bir olmak”, “özü sözü bir olmak” anlamlarına geldiğini yakaladı. Bediüzzaman’ın, mektuplarına hep “Aziz, sıddık kardeşlerim” diye başlamasının sebebini şimdi daha iyi anlıyordu. Aziz “izzetli-şerefli olmak”, sıddık ise “doğru olmak, özü sözü bir olmak, içi dışı aynı olmak” anlamlarına geliyordu. İnsan bütün hayatında doğru olmalıydı. Olduğundan farklı görünmek “iki yüzlülük” olurdu ki, bu da insanın davranışlarıyla yalan söylemesi anlamına gelirdi. Müslüman özüyle, sözüyle ve her haliyle doğru olmalıydı.

Arif, yedi öğüt üzerinde böyle düşünerek çok güzel anlamlar yakalamıştı. Dikkatini çeken bir nokta da, Bediüzzaman ile Mevlana’nın mesajlarının birbirine yakınlığı idi. Çünkü iki büyük zat da Peygamberimizin (asm) yolundan gidiyor, kendilerine Kur’an’ı rehber ediyorlardı. Öyleyse, o da böyle yapmalıydı.

Arif’i, şimdiden, yarın okula gidince bu tespitlerini sınıfta anlatacak olmanın heyecanı sarmıştı. Ama anlatmaktan daha önemli olanın yaşamak olduğunu da unutmadan… Çünkü onun hedefi, anlattıklarını önce kendisi yaşayan, “özü sözü bir” insan olmak idi.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*