Arif o gün Ramazan ayının ilk orucuna başlamıştı. Sabah saatlerinde kendini biraz susamış hissetti. Öğleye doğru ise açlık hissi kendini gösterdi.
Annesi ona, orucunu dayanabildiği saate kadar tutabileceğini söylemişti aslında. Küçükler çok acıkıp da dayanamayacaklarını hissederlerse, oruçlarını
açabilirlerdi. Arif bunu bilmesine biliyordu ama anne babası gibi sonuna kadar dayanmak istiyordu. Akşam ezanı okunup da iftar saati geldiğinde orucunu onlarla birlikte açmayı hayal ediyordu. Arif bunları düşünürken masadaki sürahi gözüne ilişti. Sürahinin içindeki suya bakıyor ama ondan bir bardak su alıp da içemiyordu. Aynı şekilde meyve tabağındaki elmalardan da bir ısırık olsun alamıyordu. Evet, canı çekiyordu ama ‘izin’ yoktu işte!
Bu izni vermeyen de anne babası değildi. Bir şey yiyip içememesi, Allah’a vermiş olduğu sözden kaynaklanıyordu. İçinde bulunduğu bu durum, Arif’i çok etkiledi. “Demek ki bu yiyecek ve içeceklerin gerçek sahibi biz değiliz” diye düşündü. “Öyle ya, sahibi ben olsam istediğim gibi yer ve içerim. Kimse bana karışamaz!”
Babasının önceki akşam Ramazan Risalesi’nden okuduğu satırlar geldi o an aklına:
“Ramazan-ı Şerif’te en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki kendisi mâlik [sahip] değil, memlûktür [kendisine sahip olunan]; hür değil, abddir [kuldur]. Emir olunmazsa en adi [basit] ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz…” Gerçekten de bu satırları yaşıyordu sanki şimdi. Kimse ona “Yiyemezsin, içemezsin” demiyordu belki ama “kul” olduğu Âlemlerin Rab’bi ondan belli bir vakte kadar yiyip içmeyi bırakmasını istiyordu. “Demek ‘kul olmak’ böyle bir şey” diye geçirdi içinden. Kul olmak, Nimetlerin Gerçek Sahibi’ni tanımak demek. Kul olmak, Allah’ın izin verdiği şekilde hareket etmek demek. Kul olmak, Allah neyi emrederse onu yapmak, neyi yasaklarsa onu terk etmek demek… Elbette gönüllü bir kabulleniş idi bu “kulluk” durumu. İnsanlar “Her Şeyin Sahibi” olan Allah’a kul olmazlarsa, başka şeylerin kulu-kölesi olabilirlerdi zaten. “Bir”e kul olmayan “her şeye” kul olurdu ki bu da hoş bir şey olmasa gerek. Yani Allah’a kul olmak, her şeyden önce insana “insan gibi yaşamayı” sağlıyordu aslında. İnsanı yaratan ve onun bütün ihtiyaçlarını her zaman karşılayan bir Yaratıcı’ya teslim olmak ve güvenmek
çok rahatlatıcı bir duygu idi. Arif, Ramazan’ın ilk gününde bu manaları düşündü hep. Orucunu akşama kadar tuttu ve iftar saati gelip de ezan sesi duyulduğunda hep birlikte “Bismillah!” deyip oruçlarını açtılar. Yemekler çok lezzetli gelmişti Arif’e. Suyu içince öyle bir “Elhamdülillah” dedi ki… Sanki dünyalar onun olmuştu! Yemekler kadar “Allah için aç kalma”nın da lezzetine varmıştı o.
İlk yorum yapan olun